Bir bardak çayın fiyatını hatırlıyor musunuz? Ya da geçen yıl aldığınız ekmeğin, peynirin, ayçiçek yağının? Hafızamız, fiyatlara yetişemeyecek kadar hızlı değişiyor. Markete her girdiğimizde yeni bir “etiket şoku” yaşıyoruz.

Artık mesele sadece alışveriş sepeti değil. Elektrik faturası, doğalgaz, ulaşım, kira… Hayatın her alanında adeta görünmez bir el cebimize uzanıyor. En acısı da şu: Gelirlerimiz aynı hızda artmadığı için, her geçen gün daha küçük yaşıyoruz. Daha az gezi, daha az kültür, daha az nefes.

Pahalılığın Görünmeyen Yüzü

Hayat pahalılığı yalnızca sayılarla, enflasyon rakamlarıyla ölçülecek bir şey değil. O aynı zamanda psikolojik bir yük. İnsanların gelecek planlarını erteletiyor. Üniversiteye gidecek gencin kafasında “Acaba aileme yük olur muyum?” sorusu beliriyor. Çalışan, her maaş günü daha cebine girmeden borçlarını düşünüyor.

Bir kilo meyve almak bile artık “lüks” kategorisine girdi. Oysa çocukların tabağına bir avuç üzüm koymak bu kadar zor olmamalıydı.

Çaresizlik Değil, Çözüm

Hayat pahalılığına teslim olmak kader değil. Ama çözüm yalnızca bireylerin omzuna yüklenmemeli. Devletin sosyal politikaları, üretim ve denetim mekanizmaları, en önemlisi de gelir adaleti devreye girmeli.

Bir yanda milyon dolarlık düğünler, özel jetler, gösterişli hayatlar… Diğer yanda temel gıda ürünlerini almakta zorlanan milyonlar. Bu çelişki toplumsal huzuru sarsıyor. Çünkü insanlar sadece fiyatları değil, adaletsizliği de görüyor.

Son Söz

Hayat pahalılığı yalnızca market raflarında değil, ruhlarımızda da iz bırakıyor. Hepimizin ortak talebi aslında çok basit: İnsanca yaşamak. Ne fazlası, ne eksiği.