Biz bu topraklarda, kıymeti en çok gidenlerin ardından konuşmayı severiz. Oysa bazı kelimeler var ki, yaşarken söylenince anlam bulur; teşekkür gibi, vefa gibi, “iyi ki varsın” gibi.
İşte bu satırlar, bugün tam da bugün Ahmet Selçuk İlkan’a söylenmiş bir teşekkürdür.
Ben onu seksenli yılların ikinci yarısında, Ferdi Tayfur’un Ferdifon’unda tanıdım. Dile kolay, kırk yıl…
Kameraların ışığına değil, kalbin karanlık odalarına şiir taşıyan bir kalemdi karşımdaki. Sonra yıllar yürüdü; biz büyüdük, sevdalandık, incindik, toparlandık…
Ne zaman bir şarkı bize omuz verdi, arkada çoğu kez onun sözü vardı.
Zeki Müren’den bugünün genç yorumcularına kadar, sahnede nefes alan kaç isim var da Ahmet Selçuk İlkan’sız bir repertuvarla yürüyebildi?
İki binin üzerinde eseriyle, aslında hepimizin hayat albümüne gizlice imza attı o.
Bir şairi duygulandırmak zordur, bilirim; çünkü şair göğsündeki fırtınayı yıllarca kelimeye alıştırmıştır. Ama yine de söylemek isterim:
Ahmet Abi,
Biz senin dizelerinle büyüdük. Yalnızlıklarımızda seni dinledik; kalabalıklarımızda da… Bazen bir kavşakta “dönsem mi, gitsem mi?” diye durduğumuzda, bir mısran el uzattı—yara yerimize değil, tam kalbimize. “Her şarkı başka diyarlara yolculuk” dedik ya; kabul, ama itiraf edeyim: o yolculuklardan sağ salim dönmemizi sağlayan kılavuz da sendin.
Sen yazdın; biz yaşadık. Sen sustun; şarkılar konuştu. Ve her defasında anladık: İnsan, kalbine en güzel sesi şairlerden ödünç alır.
Peki şimdi, şu yalın ve yakıcı soruları sormanın zamanı değil mi?
• T.C. Hükümeti neden Ahmet Selçuk İlkan’a bir Devlet Nişanı vermedi?
• Neden onu, bu toprakların sesi ve sızısı dünyanın dört bir yanına taşınsın diye, “Kültür Elçisi” yapmadı?
• Neden hâlâ “Devlet Sanatçısı” unvanı, onun gibi sözün ve melodinin köprüsünü kuran bir ismi bekler?
Bakın, İngiltere’de böyle bir üretkenlik, böyle bir iz bırakma, kraliyet nişanıyla onurlandırılırdı. Bizde ise çoğu zaman kıymet, liyakat yerine kişisel ilişkilerin ve siyasal çıkarların gölgesinde kalıyor. Bir tek şarkıyla göklere çıkarılanların birkaç yıl sonra düştüğü sessizliği gördük hepimiz; ama iki bin eserle nesillerin kalbinde yaşayan bir şairin hakkı, gölgeye sığmaz.
Ahmet Selçuk İlkan’ı değerlendirirken rakamlar bile duygulanır aslında; çünkü burada sayının söylediği, “kaç tane” değil, “kaç yüreğe” sorusudur. Ve cevabı çıplaktır: Milyonlar…
Milyonların gençliğine, orta yaşına, gecelerine, sabahlarına değen mısralar…
Kimi zaman ayrılığı susarak anlattı, kimi zaman kavuşmayı bir kelimenin kıyısına bıraktı.
Biz dinledikçe, “Kör ölür badem gözlü olur; kel ölür sırma saçlı olur” atasözü başka türlü yankılandı içimizde: Hak edenin hakkı, ölmeden teslim edilmeli.
Ben kendi adıma, bir gazeteci, bir dinleyici, bir yol arkadaşı olarak şunu söylemek istiyorum:
Ahmet Selçuk İlkan; şairdir, söz ustasıdır, bestelerin vicdanıdır.
Bu ülkenin resmi takvimlerinde adı yazmasa da, milletin gayriresmî hafızasında çoktan Devlet Sanatçısıdır.
Ama yine de istiyorum ki, devletin mührü, milletin gönlünde çoktan kazınmış olan o mühürle nihayet buluşsun.
Çünkü bazı unvanlar gecikince, sadece bir isme değil, bir hafızaya haksızlık edilir.
Ahmet Abi,
Bu yazı, bizim kuşağın gecikmiş ama içten bir “sağ ol” deyişidir.
Sen yazdıkça biz tamamlandık; eksildikçe yine seninle tamamlanmayı öğrendik.
Ve inan, senin kalemin ölmez; çünkü kaleminin bıraktığı iz, artık bizim ses tellerimizde, çocuklarımızın hafızasında, şarkılarımızın nakaratında yaşamaya devam ediyor.
Son söz niyetine, hafızanın derinlerinden bir fısıltı:
“Her şarkı başka diyarlara yolculuksa, o yolculuğun pasaportunu bize veren şairin adı Ahmet Selçuk İlkan’dır.”
Ve biz o pasaportu, yaşarken saygıyla damgalamak istiyoruz.